Bir Zamanlar…

Bazen, geçmişin sayfalarında gezinirken burnumda bir koku duyar gibi olurum: Tozlu kitap kokusu, yeni yıkanmış çamaşırların ferah esintisi, sobanın üstünde pişen kestanelerin tatlı dumanı… 70’ler, 80’ler ve 90’lar. Hani o, yokluk içinde bile bereketin gizlendiği, paranın değil, samimiyetin konuşulduğu yıllar.

O zamanlar iletişim bu kadar hızlı ve anlık değildi. Birine ulaşmak için acele etmezdik. Çünkü aceleye gerek yoktu. Telefonlar evlerdeydi, “alo” demek için sabırla beklerdik. Yüz yüze konuşmak kutsaldı. Birine “Merhaba, nasılsın?” demek için ekrana bakmazdık, gözlerinin içine bakardık.

Bayram sabahları ayrı bir güzeldi. Çocuklar ellerinde şeker torbalarıyla kapı kapı gezer, büyüklerin ellerini öpmenin gururunu yaşardı. Mahalle bakkalı sadece alışveriş yapılan yer değil, aynı zamanda güvenin merkeziydi; veresiye defterine yazılan borç, bir imza kadar sağlamdı. Sokakta top oynayan çocukların “arabaaa!” diye oyunu durdurup tekrar kaldıkları yerden devam etmeleri bile paylaşılmış bir hayatın işaretiydi. Kapı önlerinde tabureye oturup edilen akşam sohbetleri, yan komşudan ödünç alınan bir fincan şeker ya da ekmek, bugünün sanal mesajlarından çok daha derin bir bağ kurardı.

Evlerin içindeyse akşam olunca ailece radyo başında toplanmak, tek kanallı televizyonda aynı diziyi izleyip ertesi gün sokakta üzerine sohbet etmek, komşunun evinden gelen dizi müziğini duyar duymaz “bizimkiler de izliyor” diyebilmek vardı. Mektuplar vardı mesela, günlerce yolunu gözlediğimiz, zarfları bile saklanan mektuplar. Beklemek sabır, gelince de ayrı bir sevinçti. Çocuklar dışarıda sek sek, misket ya da ip atlama oynarken, büyükler gazeteyi baştan sona okuyup köşe yazılarında kendine pay arardı.

Belki de ben de zaman zaman eskiyi özlüyor olmalıyım ki farklı konu başlıklarıyla tekrar tekrar gündeme getiriyorum. Bizim jenerasyon biraz daha şanslı herhalde… Ya da belki şanssız. Çünkü bu hızlı değişim ve dönüşümü çok kısa bir sürede, tüm ağırlığıyla yaşadık. Bir ayağımız geçmişin huzurlu, ağır akan günlerinde; diğer ayağımız bugünün hızla tüketilen, sürekli yenilenen dünyasında kaldı. İki dünyanın arasında olmak bazen bir zenginlik, bazen de bir yük.

Şimdi ise parmaklarımızın ucunda koca bir dünya var. Saniyeler içinde en uzaktaki insana bile ulaşabiliyoruz. Herkesin hayatı bir ekranda sergileniyor. Ne kadar çok “beğeni” alırsak, o kadar değerli hissediyoruz. Ne kadar çok “yorum” gelirse, o kadar var olduğumuzu düşünüyoruz. Ama ya o samimiyet? O içten sıcaklık nerede?

Belki de bu hızlı tempoda biraz durup geçmişe dönüp bakmalıyız. Çocuk kahkahalarının sokaklardan yükseldiği, güvenin defter sayfalarına yazıldığı, mektupların biriktirildiği, bayram sabahlarının kokusunun başka olduğu günleri hatırlamalıyız. Yoklukta filizlenen o samimiyeti, o içtenliği yeniden arayıp bulmalıyız.

Ne dersiniz?

Muhabbetle…

Bu yazı toplam 1092 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Turgut Tunç Arşivi